Kitabevlerinde zaman geçirmeyi ne kadar çok sevdiğimi söylemiş miydim? Kapıdan içeri girer girmez beni saran duygu, uzun zamandır görmediğimiz ama çok sevdiğimiz biriyle karşılaştığımızda yaşadığımız sevinç gibi, saf bir coşku ve mutluluk dolu. İşte böyle coşku ve mutluluk seanslarından birinde aldığım bir kitaptan bahsetmek istiyorum şimdi.
Parfümün Dansı, Amerikalı yazar Tom Robbins'in kitabı. Elimdeki 24. basımın arka kapağında "hayatımızı var eden en temel kavramlar hakkında düşünmeye..." diyerek başlıyor ve son iki cümle: "...Bu kitapta hayatlarını bir 'deney' olarak yaşayanlar anlatılmaz. Onların okumalarına da gerek yoktur." Katıldığım eğitimde özellikle tavsiye edilen bir kitap olmasaydı, sadece arka kapağı okusaydım, son iki cümleden sonra kitabı yerine bırakırdım. Hayatımı bir 'deney' olarak yaşadığımı düşündüğüm için değil-ki bal gibi de bir deney olabilir, nereden baktığına bağlı-, onların okumalarına da gerek yoktur cümlesinin altında yatan ya sev, ya terk et mantığı içimdeki muhalefet partisini uyandırdığı için. Ama o zaman kitaba büyük haksızlık yapmış olurdum. Mutlaka okunması gereken kitaplar vardır hani, Yüzyıllık Yalnızlık gibi, Tutunamayanlar gibi, Kürk Mantolu Madonna gibi (Canım "İçimizdeki Şeytan" sen de buradasın, hiç merak etme) ya da Martı ya da Küçük Prens...bu liste uzar gider benim için. İşte Parfümün Dansı da benim mutlaka listemin bir parçası artık.
Hadi artık konusuna gelelim. Kitapta Seattle, New Orleans, Paris ve yeri belirtilmeyen (çünkü yeri ve zamanı sürekli değişen) dört farklı olay örgüsünü arka arkaya okuyoruz. İlk üçü eş zamanlı olaylar iken sonuncusu Hristiyanlığın ilk yayılma dönemlerinden başlıyor. İlginç olan ne biliyor musunuz? Neredeyse iki bin sene geriden gelerek onlara yetişiyor. Yetişmekle kalmıyor, onları temelden sarsıyor. Kral Alobar'ın ülkesinde, yaşlılığın ilk belirtisi ortaya çıkar çıkmaz krallarını öldürmek gibi bir gelenekleri vardır. O zamana kadar bu yöntem Alobar'a son derece doğal ve adil bir yöntem olarak görünürken, sıra kendisine geldiğinde ölmek istemediğini fark eder. En akıllı karısı -ve kitabın en hoş karakterlerinden biri- Wren ile sohbetlerinde ölüm üzerine uzun uzun tartışırlar. Ölümü doğal bir sonuç olarak gören Wren, ölmek istemeyen Alobar'a "Bu, tanrılara karşı gelmek mi?" diye sorar. Alobar'ın yanıtı "Sanmıyorum. Beni yaratanlar ister tanrı, ister şeytan olsun, planlarına karşı koymakta kullanacağım aklı da yarattılar. Herhalde kendi yaptıkları kalbin içinde bir karşı koyma gücü bulunduğunu bilecek kadar akılları vardı." olur. Kitabın en hoşuma giden akıl yürütmelerinden biri olduğu için bu alıntılamayı yaptım. Wren'in yardımıyla Alobar kabilenin kendisine biçtiği kefenden kaçar ve yolu ölen kocası ile diri diri yanarak ölmesi beklenen ama ölmek istemeyen Kudra ile kesişir. Kudra ile Alobar'ın yüzyıllar süren aşkları burada başlar. Yolculuklarının önemli bir kısmında keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı Pan onlara eşlik eder. Kitaba adını veren, çokça sözü geçen parfüm, koku ve pancarla ilgili hiçbir şey yazamadım. O kısmı sürpriz kalsın ve kitaptan son bir alıntı ile bitireyim:)
"Küçük mucizeleri kabul ettiğimiz zaman kendimizi büyük mucizeleri hayal edebilecek yeterlilikte hissederiz. Bir istiridyenin içinden parlak, canlı, lezzetli bir canlının çıkabileceğini kabul ettiğimiz anda, aynı kabuktan Afrodit'in geleceğini de kabul etmişiz demektir. Bununla da yetinmeyerek, Afrodit'in kabuğundan büsbütün uzaklaşacağını, kendine bir stüdyo daire edineceğini, tıpkı istiridye gibi onu istediği biçimde donatacağını da düşünebiliriz; ama hayal gücü, pek zengin değilse bu noktadan önceki bir yerde durmak zorundadır."