24 Mayıs 2010 Pazartesi

Olsun...

-Bebek mi bekliyosun kızım?
-Evet teyze, amca, abla, her neyse.
-Cinsiyeti belli oldu mu?
-Kızımız olacak inşallah.
-Eh, olsunnn!
-?!?!?!?!

Ortada işlenmiş bir suç varmış da nefs-i müdafaadan yırtar gibiyiz. İyi de kuzum, bir kızım olacağı için tesellinize ihtiyaç duyduğumu nerenizden çıkardınız?

Vedat Özdemiroğlu' nun şu şiiri ile dağılın şimdi, gözüm görmesin, kulağım duymasın kepazeliklerinizi.

mütarekesiz bir mondros düşleyemedim
canım cicim beni affet, gümrükle tekelin yolları ne zaman keşişti onu da bilemedim
ayrıyetten ben hiç ufo görmedim

balkanların en mazlumu arnavutluk mudur
yoksa zalim insanın içinde mi olur
tam ilgilenemedim
türk hafif müziğinden füsun onal' ı
tanrılardan promete yi
kafamdan silemedim

girite gelince
uzaktan bile görmedim
zaten yarımadayı adaya hep yeğledim
hissiyatım için aşağıya bakınız
buralıyım ama teknik ecnebiyim
beyazım fakat genellikle zenciyim

sözün kısası güzeller güzelim
ne becerebildim şiir yazmayı
ne de vazgeçebildim
küçük asya güzel
ahmet haşim büyük
bunu bildim bunu söyledim

20 Mayıs 2010 Perşembe

Yeniçeri Ağacı

Jason Goodwin' in Yeniçeri Ağacı isimli romanıyla ilk karşılaşmamız bir arkadaşımın kitap listesinde oldu. 'Nasıl acaba? Alayım mı ben bunu Kamil?' dememe kalmadı, Kamil kitabı listeme ekleyiverdi.  İstanbul' un eski zamanlarında geçen kitapları çok severim zaten, e buna bir de polisiye örgüsü eklenmiş, içimde Yonca Evcimik şarkıları çalmaya başladı 'ballı lokma tatlısı, aman hadi hayırlısı' türküsüyle beklemeye başladım kitabı. Geldikten sonra bir süre de o bekledi sırasını. Sonunda ikimiz de mutlu mesut kapattık kitabı. Ciklet manisi tadındaki sözlerime son verip sadede geleyim isterseniz.
Yeniçeri Ocağının kanlı bir şekilde ortadan kaldırılmasının (Vaka-i Hayriye) üzerinden 10 yıl geçmiş, aradan geçen onca zamana rağmen yerine kurulan Sekban-ı Cedid ordusu kimselere rüştünü ispat edememiştir. İki hafta sonra dönemin padişahı II. Mahmut, orduyu teftiş edecektir, amaç ordunun güvenoyu kazanmasıdır. Ancak ordunun gelecek vadeden dört parlak subayı ortadan kaybolmuş, birinin cesedi devasa bir kazan içinde pişirilmiş olarak bulunmuştur. İzleyen günlerde diğer subayların cesetleri de şehrin farklı noktalarında, halkı galeyana getirecek kadar korkutucu vaziyetlerde bulunur. Eş zamanlı olarak sultanın gözdeleriden biri haremde boğularak öldürülür ve Valide Sultan' ın Napolyon' un hediyesi mücevherleri çalınır. Sultan olsun, Serasker olsun derdi olan hızlılığı ile ünlü haremağası Yasin' den çözüm emretmektedir. Tüm bu cinayetler ne amaçla işlenmektedir? Öldürülen subaylarla sarayda işlenen cinayet arasında bir bağ var mıdır? 10 yıl önce köklerinin kazındığı sanılan yeniçeriler yeni orduyu devirip eski düzeni geri getirmeyi mi planlamaktadır? Hadım dedektifimizin tüm bu karmaşayı çözmesi için 10 günü vardır.

Kitap arka kapağı gibi bir yazı oldu üstteki paragraf, ama çok beğendiğimi söylemeliyim bu kurmaca kitabı. Kahraman Yasin ile beraber İstanbul' un iki yüz yıl önceki sokaklarında gezinmek oldukça keyifliydi.

18 Mayıs 2010 Salı

Sabah Ağıdı

Bugün 18 Mayıs Salı. Gece yağan yağmur yerini güneşe bıraktı, geride mis gibi yağmur ve toprak kokusu. Ben de sağanak yağışlardan, parçalı bulutlara geçiyorum yavaştan. Güneş hala çok uzak buralardan.

Günün şarkısı Ezginin günlüğü' nden gelsin, Sabah Türküsü desin, canım kardeşim himmetime gitsin. 

Bir deniz üstündeyim, ne ucu var ne bucağı
Bir rüzgar önündeyim, gel keyfim gel
Bir sevda içindeyim, başım dumanlı.

Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
Bir iner bir çıkarım bu yokuşu
Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
Kazanırım çocuklarıma ekmek parası

Ben deniz üstünde, rüzgar önünde
Ben sevda içinde, tatlı türküde.
İnişte yokuşta, ekmek parasında

İki oğlum var, Mehmet’le Ali
Gönlümde bir dünya, pamuk gibi

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Yüzünde Bir Yer

Sema Kaygusuz ile tanışmam Yere Düşen Dualar isimli ilk romanı ile olmuştu. Çok beğendiğim bu kitabı aylar önce okumuş, sonra da Sema Kaygusuz' un başka kitabı var mı acaba  kaygusuna düşmeden unutuvermiştim. Ne de olsa insan güzel şeyleri unutmayı daha çabuk başarıyor. Geçenlerde kitapçıda gezinirken Sandık Lekesi ile Yüzünde Bir Yer isimli kitaplarını görünce  güzel hatıralarım canlandı, ikisini de alıverdim. Sandık Lekesi okuduğum en güzel öykü kitaplarından biriydi, çarçabuk da bitiverdi. Yüzünde Bir Yer ise ince bir merakla elden düşmeyen, ama sayfaları arasında ilerlemenin epey güç olduğu, ağır tempolu bir kitap oldu benim için. İkinci tekil şahıs kullanılarak yazılmış olmasını da pek sevemedim karagözlüm. Dersim katliamından sağ kurtulduktan sonra  bu konuda büyük bir suskunluğa bürünen babannesinden miras kalan utanç duygusu ile yine babannesinin anlattığı Hızır hikayelerinin kesiştiği...yok ne yapsam  bu cümleyi toparlayamayacağım, bıraktım, böyle darmadağın kalsın. İçkin, tartım, eğretilemeli, kendilik değeri, eyleyen gibi normal dilde çok da kullanılmayan kelimelerin yer aldığı kimi cümleler öylesine ağır geldi ki taşımak da zorlandım. 'Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır.' gibi harika cümlelerle karşılaştım, kutsandım.

Kadının üç tane kitabını okumuşsun, ikisini belli ki pek beğenmişsin, gidip niye daha az beğendiğini yazıyorsun, ayıp değil mi derseniz bu da benim dilemmam derim, evet.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Kitaplar ve Kıyafetler

Ayda kaç kitap alıyorsunuz ve bunların kaçını okuyorsunuz?

Böyle soruyor Nick Hornby’ nin Hece Cümbüşü isimli kitabının arka kapağı. Kitaplıktaki okumadığım kitapları onbinbeşyüzüncü kez ayırırken okuyup bitirdiklerimden, aklıma takılıverdi birden. Kendimden utanarak söylemeliyim ki, alınacak yeni kitapları belirlerken ya da internetten ısmarladığım kitaplar geldiğinde kutuyu açıp, hepsini tek tek incelerken, hatta yavrularına kavuşmuş bir anne şefkati ile onları severken duyduğum heyecanı, iş onları okumaya geldiğinde kaybediveriyorum birden. Böyle demek de üzüyor aslında beni, bir yandan kendime bu kadar acımasızca davranmak haksızlık gibi, öte yandan kitaplara böyle davranmak hain ökkeşlik değil mi? Ben aslında alışveriş bağımlılığı ile kitap alma arasındaki ilişkiyi irdeleyecektim, günah çıkarmaya döndü iş, özür dilerim.

Madem öyle, devam edeyim. Sevgili kitaplarım sizlerden özür dilerim. Size sahip olmak için gösterdiğim heyecanı ve özeni, sizi okumak hususunda da göstermeliyim. Fakat hırsızın hiç mi suçu yok Kamil? Kitap var, insan elinden bırakıp tuvalete dahi gidemiyor; kitap var, bitene kadar gönlüme prangalar eskitiyor.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Alkışlar buraya...

TED Ankara Koleji okula bilardo masası aldı, bilardo masası başında verilen derslerle öğrencilerin fizik, matematik ve geometriye ilgileri de arttı, notları da. Proje o kadar başarılı oldu ki diğer okullar sırada.

Sevinç Atabay, 31 yıllık eğitimci. 27 yılını Milli Eğitim’in beyni olarak görülen Talim Terbiye’de müfredat ve kitap hazırlayarak geçirdi. Son 4 yıldır da Türk Eğitim Derneği’nde Genel Müdürlük yapıyor. Aynı zamanda farklı uygulamalarla dikkati çeken TED Ankara Koleji’nin genel müdürü.

Dünyadaki eğitimle ilgili gelişmeleri yakından takip eden, yeni yaklaşımları inceleyen Atabay’ın üç yıl önce bir makale dikkatini çekti. Makalede bilardonun eğitime katkıları anlatılıyor, çocukların zihinsel ve akademik yapısını geliştirdiğini ve matematikle, fiziğe ilgiyi artırdığına yönelik ipuçları veriyordu.

Sevinç Hoca, bu yazıyı okuduktan sonra milli bilardocu Onur Yıldırım’ı buldu. Yıldırım’ı matematik ve fizik öğretmenleriyle buluşturdu. Öğretmenlerden olumlu tekpi alınca kararını verdi. Hemen okula bir bilardo masası aldı. Gerçi kahve kültürü olarak bilinen bilardoyu okulun içine sokması diğer yöneticiler tarafından biraz garipsendi ama Sevinç Hanım’ın bunu pek de önemsemedi.
 
KIRMIZIYLA BEYAZ TOP ARASINDAKİ DAR AÇI

Sevinç Hanım, planını uygulamaya koydu. Rehberlik Servisi’nin belirlediği 20 öğrenciyle çalışmalar başladı. Okulun “pek hareketli ve pek afacan” öğrencileri teneffüslerde bilardo masasının başından ayrılmaz oldu. Bilardo hocası Onur Yıldırım, matematik ve fizik öğretmenleriyle ortaklaşa hazırladığı müfredata göre anlatmaya başladı: “Bakın çocuklar, beyaz topu atarsanız kırmızı topa çarparsa fizikteki momentum kanuna göre şöyle olur...” ya da “Yeşil topla beyaz topun oluşturduğu dar açıya bakın...”

Sevinç Hanım’ın planı tutmuştu. Bilardo masasında toplanan öğrenci sayısı her geçen gün arttı. Okulun haylazları bile bilardo salonunda kenarda sırasını beklemeyi, sessiz olmayı öğrendi. Planın arkasındaki gerçek hedef yavaş yavaş meyvesini verdi. Matematik ve fizik notları 2 olan öğrencilerin bu derslere ilgisi arttı, notlar da 5’e doğru çıkmaya başladı.
 
Bugün 30 olan öğrenci sayısı üç yılda 270’e, masa sayısı ikiye ve dahası akademik başarı yüzde 20’lerden 80-90’lara çıktı. Kız öğrenciler için de Sinem Kökten hocayla derse başlandı. TED’in diğer okulları da aynı sistemi uygulamak için sıraya girdi. TED Ereğli Okulları da hemen bir bilardo masası aldı. Şimdi iki okul daha sırada bekliyor. Bilardo Federasyonu da okuldaki bu değişimi görünce Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurarak TED’i örnek gösterip, okullarda bilardo dersinin seçmeli ders olarak yapılmasını istedi.
 

11 Mayıs 2010 Salı

Caveman-Mağara adamı


Cumartesi akşamı Alper Kul' un hayat verdiği Caveman-Mağara Adamı isimli oyunu izledik.

Caveman,  Amerikalı yazar Rob  Becker tarafından kaleme alınmış tek kişilik bir Broadway oyunu. Bugüne kadar 35 ülkede on milyondan fazla seyirciyle buluşmuş ve en çok seyredilen tek kişilik oyun olarak Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmiş.

Kadın erkek ilişkilerine erkeğin zorunlu bakış açısını anlatan bir oyun diyesim var, dedim gitti. Niye mi? Çünkü kahramanımız -Alper Kul' un nefis yorumu ile Kamil- elinden geleni yaptığını düşünmesine rağmen bir türlü memnun edemediği karısı Banu tarafından kapı dışarı konuluyor ve başlıyor kendi evliliğinden, gözlemlerinden yola çıkarak kadın-erkek ilişkilerini seyirci ile beraber irdelemeye.

Oyun, kadınların ve erkeklerin anlaşamama nedenlerini tarih öncesi çağlara dayandırıyor. Erkeklerin avcılık rolleri gereği tek hedefe kilitli olduklarını, dolayısıyla aynı anda sadece tek bir şey yapabildiklerini, kadınların ise toplayıcı rollerinin gerektirdiği geniş algılama yetenekleri sayesinde aynı anda pek çok şeyi yapabildiklerini vurguluyor. Aramızdaki bu farkın ilişkilerimizde doğurduğu sıkıntılar müthiş eğlenceli örneklerle açıklanıyor. Anlamadığım şey şu. Bütün salon gülmekten kırıldık, sanki biz, koca salon dolusu erkek kadın bütün bunları aşmışız, kavga gürültü hepimizden uzak, anlaşmazlık mı o da ne? Pışşşıkkkk diyeceğim müsadenizle. Ama o zaman neye gülüyoruz ki böyle, herhalde ağlanacak halimize...

Bir paragraf da Alper Kul' un müthiş performansı için. Bana Jim Carrey' nin Maske' sini hatırlattı. Vücudunu, sesini kullanışı harikaydı. Bir an bile oyundan kopmamıza izin vermedi. Büyüksün Alper Kul, lanet olsun aramızaki farklılıklar, çok yaşa Fenerbahçe.


8 Mayıs 2010 Cumartesi

Bedenim ruhumdan yoruldu

Sema Kaygusuz ile ilgili arama yaparken ekşi sözlükte karşıma çıktı bu söz. Bir intiharın son cümlesi olacak kadar dramatik görünüyor gözüme. Ama dibine kadar abartasım var, kendimi intihar etmesem de. Hangisi daha keyifli öfkeni anında dışa vurmayıp sırası gelsin hele diye diş bileyerek kontrollü bir hayal gücü ile sürekli tazelemek mi, başlarım çarkına deyip öfkenin koynuna girivermek mi? Dişe diş kana kan intikam intikam...Öyle olmuyor işte, böyle başlıyor belki, ama öyle olmuyor. Onca enerji yerini sakin bir barışma anının hayal kırıklığına bırakıveriyor. E bir sürü sözler biriktirmiştim ben sana, olsun, onlar da bir sonraki gerilim anına kadar hatırda tutuluyor. Sonrası yıldıran dejavü. Kıyamadığım nedir peki, sen mi, vicdan azabım mı?

Günün şiiri: Simyager-Sabahattin Ali

Keskin bir hamızı döktüm avucuma
Seyrettim kaynayıp oyuluşunu
Bir toprak potaya koyup erittim
Sonra bir nefeste içtim kurşunu

Parça parça etti göğsümü kurşun
Avucum sömürerek içti hamızı
Sarı dişlerimi açıp sırıttım:
Kafama çıkmasın diye bir sızı.

Bana yabancı bir gövde üstünde
Her şeye yabancı bir baş olmuşum.
En keskin hamızın işlemediği
Bir taş olmuşum ben, bir taş olmuşum!

7 Mayıs 2010 Cuma

Oyunbozan

Ne zamandır kendimden başkasını sorumlu görmemiştim olanlardan, ama görmek istiyorum şimdi, fonda intizar melodisi, boku başkasına atmaya ihtiyacım var belki. Böyle olmayacaktı hani, tasarladığımız senaryo böyle değildi. Bakıyorum notlarıma ben beş demişim, sen şeş yapmışsın. Mersin demişim dersin anlamışsın. Yok aslında öyle falan da anlamamışsın pek, sanki güle eğlene şey geçmişsin benle ayıptır söylemesi. Ummadığım ne varsa eşlik ediyor bana şimdi. Olsun, bunlar da böyle yaşanacak demek ki. Madem değiştirdin her şeyi, sonunu daha güzel yap bari.
-bari, italya' da bir yorgancının adıdır. dedesi bir asır önce memleketimize gelmiş, yorgancılık mesleğini görmüş beğenmiş, işte geleceğin işi demiş, oralara bu işi taşımıştır. şimdi torunu dedesini pek de rahmetle anmıyormuş. italya' dan gelenlerin yalancısı değilim ben, içime böyle doğuyor.

bugün doğacak çocuklara isimler kız olursa ela, erkek olursa burak olsun, mutlu mesut çocuklar doğsun.

günün yemeği karnıyarık pilav cacık. tatlı olarak kavun karpuz ne varsa.

günün şiiri turgut uyar' dan gelsin, YILGIN desin:

Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım
Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım
Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım
Üstlerine üstlük seni kuşandım
Tedirgindim namussuzdum deli deliydim
Uslandım.

Üç dilim kavun kestim birini ben yedim
Kavundan üç dilim kestim birini yedim.
Birini sana ayırdım kadın al birini sen ye
Sabah olsun sabah olsun ilk işim bu
Öbürünü götürüp civcivlere vereceğim.

Senin bir yönün var orada durur yaşarım
Bir de acun var ben içindeyim
Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun içinde
Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin
Üç dilim kavun kestim birini sen ye
Kabuğunu at Hurşit Bey'i at itlikleri at

Durup durup sana sesleniyorum.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Serçelerin Şarkısı

Kim demiş temizlik iyidir, hoştur diye. Dolabı toparlayıp düzenleyelim dedik, seyrettiğimizin iki katı kadar seyretmediğimiz film ortaya çıktı. Ne diye ve ne zaman kastık alalım diye onca filmi anlamadım, tıpkı şimdi bitirelim manyaklığıyla nefes almadan seyretme gayretimizi anlamadığım gibi. Sevgili Halivud sinemasının pek çok şaheserini yarı sardırarak, yarı oflayıp puflayarak geride bıraktık çok şükür. Ama arada öyle bir film çıktı ki, değdi be onca eziyete.

Filmi seyretmeye başladık neler oluyor anlamadım. Kulağıma Türkçe kelimeler geliyor, fonda İbrahim Tatlıses şarkıları çalıyor, esas adam feci halde bizden birine benziyor, Allah' ım neler oluyor falan derken lan ne güzel film bu demeye geçişimiz öyle çabuk oldu ki hala başım dönüyor. Annem gibi film seyrettim daha ne olsun, tehlikelere karşı esas adamı uyardım, bir güldüm, bir ağladım, kah hiiii! nolacak şimdi? deyip eyvahlandım, kah ay nolur iyileşsin diye adaklar adadım.  Ama sonunda dedim ki insan olmak ne güzel şey.

Biraz da filmden bilgiler vereyim. Serçelerin şarkısı İran sinemasına ait bir filmmiş. İnternette bu bilgileri ararken yönetmen Majid Majidi' nin diğer filmlerinden de  övgüyle bahsedildiğini okudum, öğrendim. Hemen o filmleri de alacağım (demek ki böyle böyle birikiyor bu filmler:). Merak edenler için isimlerini de yazayım: Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi ve Baran.

Bizim filmimizin esas adamı Kerim üç çocuğu ve karısı ile birlikte taşrada yaşıyor. Deve kuşu çiftliğinde bakıcılık yaparak ailesini geçindirmeye çalışıyor. İşitme engelli kızı Haniye' nin, işitme cihazını evin yakınlarındaki pis bir su deposuna düşürmesi ile film başlıyor, cihaz bulunuyor ama çalışmıyor, çiftlikten kaçan deve kuşu yüzünden Kerim' in işine son veriliyor ve olaylar böyle gelişiyor. Filmin bir de yan hikayesi var. Kerim' in küçük oğlu ve arkadaşlarının pis su deposunu tertemiz bir akvaryum yapma ve burada yetiştirdikleri balıklarla milyoner olma hayali.

NTV filmden şehir hayatıyla tanışınca değişen bir aile babasının hikayesi diye bahsetmiş ama katılmıyorum bu görüşe. Değişiklik yok aslında, aklı çeliniyor belki ama özü o kadar iyi ki ya da Allah onu o kadar seviyor ki yanlış yollara sapmasına izin vermiyor.

Çok güzel be, seyredin işte.